Midnight in Paris (2011)

Hani bir rüya görürsünüz, çok sevdiğiniz ve size ilham veren, ancak aynı zaman dilimi içinde yaşamadığınız bir insan tam karşınızdadır. Kafanızda o kişi ile ilgili oluşturduğunuz tüm soyut kavramlar bir vücut bulmuştur adeta. Her şey gerçek gibidir, zaman, mekan, düşündüğünüz şeyler ve diyaloglar. O an yaşadığınız heyecanla birlikte bunun nasıl gerçek olabildiğini sorgularsınız. Tüm detayları gerçekçi bulduğunuz o an, her şey birden kararmaya başlar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken siz, kalbinize ufak bir acı saplanır. Bir şeylerin ters gittiğini anlar, karşınızdaki insana veda etmek ister, ancak veda edecek zamanı bile bulamazsınız. Ve yaşadığınız karanlık dünyaya geri dönmüşsünüzdür. Günlük rutinlerin ötesine gidemeyen size çok uzak gelen bir dünyaya... 
İşte bilinçaltımın eseri olan böyle bir rüyamı ve uyanışın çaresizliğini hatırlattı film bana. İsimsiz bir yazar Gil'in de tatil için bulunduğu Paris'te gece yarısından sonra yaşadığı zaman yolculukları buna benziyordu. Ve öyle bir zaman yolculuğu düşünün ki, Ernest Hemingway'in gerçekçi, maceraperest ve savaşçı ruhunu, Scott Fitzgerald'ın gösterişli ama bir o kadar da tasalı dünyasını, Picasso ve Dali'nin sanatsal haykırışlarını, Luis Bunuel'in sürrealist aforizmalarını, Cole Porter'ın sesiyle tuşlara dokunuşlarını bir arada yaşatsın. Burada durup Woody Allen'ı saygıyla selamlamak istiyorum. Bu sayıda entelektüel karakteri, zaman geçişlerine yapılan ince dokunuşlarla nasıl bir araya getirdiği sorusunun cevabı filmin de başarısını ortaya koyuyor benim şahsi görüşümce. Ve bir filmin büyüleyici demekle öyle olmadığını bunun için birikimli bir çaba harcamak gerektiğini... Hal böyle olunca Woody Allen'ın ustalığı, filmi isimsiz bir yazarın geçmişe dönüp hayran olduğu kimselerle tanışma fırsatı bulduğu masalsı bir hikaye olmaktan çıkartıp, tarihe isimlerini altın harflerle yazdıran sanatçıların yaşamları hakkında hoş anektodlar ve yerinde göndermeler yapan duyusal bir şölen haline getiriyor. Yazımın genelindeki havadan da sezeceğiniz üzere Gil'in romanını bitirme çabası ve şimdiki zaman ukalalıklarından çok, bahsettiğim şölene odaklanıyor insan. 
Peki nedir? Gil'in yaşadığı zamana aidiyet hissetmemesinin dışavurumu muydu bu hikaye? Dolayısıyla Woody Allen'ın... Ama geçmişi arzulayan insanların geçmişte de mutsuz olabileceği gerçeği de sunulmadan edilmiyor. Çünkü geçmişi yaşıyorsan diyor senaryonun diyalog tarafı, o geçmiş sizin şimdiki zamanınız olur. Ve Gil gibi insanlar için şimdiki zamanlar her zaman sıkıcıdır. Ama iyidir düşlerden aldığın cesaret ile gerçek aşkı sorgulamak. Bununla bir anlatı oluşturabilmek...
Oyunculuklar diyelim, bu film için hayati önem taşımıştır. Çünkü sayısız karakteri, gidiş gelişleri olan bir senaryoya işlemek, anlatıyı sektelere uğratmamak adına kurgu üzerinde özenle çalışmayı gerektirir. Bu bağlamda öncelikle, Owen Wilson (Gil) düpedüz Woody Allen taklidi durmuş. Gil'in eşi rolündeki Rachel McAdams'ın (Inez) oyunculuğunda da yapmacık bir hava, gereksiz jest ve mimikler mevcut. Bu durumun aksine Ernest Hemingway'i canlandıran Corey Stoll,  Adrien Brody'nin kısa süren ancak keyifli Salvador Dali (Penderrr!) rolü, bunun yanı sıraTom Hiddleston (Scott)- Alison Pill (Zelda) Fitzgerald çiftinin oyunculuk performansları kayda değerdi.
Filmin politik diye nitelendirilen ödüller alması yada buna benzer başka hiç bir şey umurumda değil açıkçası. Çünkü benim için iyi bir film, beni alıp başka yerlere götüren filmdir. Ve bu film beni bulunduğum yerden çekip 1920'li yıllara götürdü. Film afişindeki Van Gogh göndermesinin de itici durduğunu söyleyemem. Böyle filme böyle afiş.

0 yorum:

Önizleme