Dram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

The Machinist (2004)

İzlediklerim arasında kayda değer sayılı gerilimlerden diyebilirim. Dinamik kamera çekimleri,soluk benizli renkleri sizi olayla birlikte yeteri kadar içine çekiyor filmin. Film İspanyol yapımı ve Al Pacino'nun Insomnia'sından daha etkili bana göre. Christian Bale'in film için 82'den 54 kg'a düşmesi gibi bir faktör var. Rolü adına faydalı bir durum olsa da sakıncalı bir girişim. Filmdeki ürkütücü görüntüsü için verdiği bu kilolarla Guinness'e "Bir film için en fazla kilo veren aktör" başlığıyla girmiş. Bale için daha fazla kilo kaybı düşünülmüş ancak sağlık sorunları ortaya çıkmaya başlayınca vazgeçilmiş. Bale,yönetmen Brad Anderson'la birlikte ilginç bir esere fazladan malzeme koymakla yetinmemiş bu filmi yaşamışlar da kısacası. Keza,Senarist de öyle. Onu,Scott KosarTexas Chainsaw Massacre ve The Crazies gibi filmlerin senaryolarından hatırlayacağız. Stevie rolüyle Jennifer Leigh'i de Keira Knigtley ve Adrien Brody'li The Jacket'dan hatırlıyorum. Bu tip roller için yerinde isimlerden.
Film genelde geriye dönüşlerle besleniyor. Tam 1 yıldır uyuyamayan Trevor Reznik(Christian Bale)'in ruhsal problemleri çerçevesinde şekilleniyor her şey. Trevor Reznik'i de yaşatıyor bizlere. Trevor,geçimini sağlamak için çalışmak zorunda ve bunu ağır makinelerin olduğu bir fabrika'da yapmaktadır. Dikkat gerektiren,tehlikeli bir iştedir ve Trevor yaşadığı Insomnia(uykusuzluk) sıkıntısından ötürü bir iş arkadaşı kolunu kaybetmiştir. Arkadaşları bu olaydan sonra ona cephe alır,o ise yaşananları komplo'ya veya uykusuzluğun yarattığı sorunlara dayandırmak arasında gidip gelir. Yaşadığı nevrotik rahatsızlıklar sırasında onunla ilgilenen sadece birisi vardır. O da bir hayat kadını olan Stevie'dir. Halüsinasyonların ardı arkası kesilmez ve filmin sonunda neyin ne olduğu izleyicilerin beğenisine sunulur. Trevor aslında sürekli geçmişinden kaçmış, yaşadığı o talihsiz olayı unutamamış ve kendisini affedememiştir. Buna bağlı olarak kendisine yanılsamalardan oluşan bir hayat kurmuştur. Ancak yaşadığı kazanın etkilerinden,halüsinasyonlarından bıkmış ve sonunda pes etmiştir; Suçunu kabullenmiştir.

V for Vendetta (2006)

"Halk hükümetten değil,hükümetler halktan korkmalı"

Bir kısmını izleyemediğim,geçenlerde nihayet tamamen izleyebildiğim bir filmdi V for Vendetta. Sadece aksiyonuna veya görselliğine güvenmekle kalmayıp,felsefesini de halkıyla birlikte bizlere aşılamaya çalışan V'nin aslında biraz da Dünya Tarihi'nin hikayesi. Çizgi roman-beyaz perde geçişi bizleri gerçek dünyadan alıp 2020 distopyasına çekiyor. 

2020ler. İngiltere diktatörlükle yönetiliyor. İnsanların açık bir şekilde hakları gasp ediliyor,seslerini çıkaramaz hale geliyorlar. V ise temelinde 5 Kasım 1605'te İngiliz Parlamento Sarayını havaya uçurmaya çalışan Guy Fawkes'ı halka hatırlatarak özgürlük ve toplu bir halk hareketi çabasında olan, hükümetin insanlık dışı deneylerinden zihinsel olarak güçlenerek çıkan bir kahramandır. Kısaca,artık var olmayan,yok olan HALK'ın sesinden geriye kalan son izdir. O,bu rejimi kendisine göre haklı olan bir kaosla yıkmak istemektedir. Çünkü şiddet adaleti getirecekse meşrudur görüşüne sahip. Bu yolda bir yıl sonra 5 Kasım'da yapmayı planladığı eylemi kapalı devre televizyon sisteminden halka duyurmasıyla birlikte hükümet onun peşine düşer,o ise istediği her an hükümete gölgesi kadar yakın olabilmektedir. V adalet düşmanlarını teker teker yok etmeye başlar. Bu yolda yalnız değildir. Evey ile V ilk olarak Evey'in sokağa çıkma yasağı olan bir günde dışarı çıkmasıyla tanışırlar. Evey özgürlüğün anlamını farkında olmadan V'nin hücre oyununda öğrenecektir. Keza V'nin güvenini de buradaki direnciyle sağlayacaktır. Evey hücreden çıktıktan sonra V'ye kızacak ancak zaman geçtikten sonra ne kadar değerli bir şey kazandığını öğrenerek ona geri dönecektir. Aynı zamanda birbirlerinin hayatını da değiştirmiş olacaklardır.  
5 Kasım günü gelip çattığında ise rejim,parlamento binasıyla birlikte yıkılacaktır. V ölecektir ama tüm halk V olarak vücut bulacaktır.

Film aslında siyasi tarihin geçmişi ve geleceği ile ilgili bazı dersler veriyor. Geçmişte yaşanan bazı yanlışların gelecekte de yaşanmaması adına... Tabii ki bir filmle olacak iş değil bu,fantezi olur bu uyarlamanın değişim yaratacağını düşünmek ama felsefesi genel olarak akla uygun. Havada kalan bazı şeyler yok değil,V for Vendetta çizgi romanı hayranlarının filmde eksik gördükleri yerleri bilemem ama listeme bakacak olursam şu an ilk 25 içinde bu film.
Yüzünü(mimikler) göstermeden bu denli etkili bir iş çıkartan ve bu yönüyle hayran toplayabilen Hugo Weaving (V) ve üstün oyunculuk becerisini bizleri etkileyerek bir kez daha kanıtlayan Natalie Portman (Evey)...
Aynı zamanda Matrix'ten tanıyacağımız isimler olan bu filmin senaryosuyla Wachowski kardeşler,filmin yönetmeni  James McTeigue ve V for Vendetta'ya can veren Alan Moore bu başyapıtı zihinsel arşivimizin en güzel köşelerinden birine koymayı başardılar.

The Panic in Needle Park (1971)

 "...ismini New York 72.cadde ve Broadway'in kesişimindeki Needle Park'tan alır. Bağımlılar İğne Park olarak anarlar..." 
Al Pacino için oyunculuk kariyerinin altın kapısıdır The Panic in Needle Park. Aynı zamannda Al Pacino için Actors Studio kaynaklı metod oyunculuğunun en güzel örneklerini sergilediği yapıtlardan birisidir. Aslında sergilemek de değil,sadece kendi oluyor,karakteri kendisiymiş gibi oynuyor. Al Pacino'nun kendi üslubuyla olaya giriş yaptığı filmde,film süresince aklınıza izlediğiniz filmleri geliyor ve o da sanki nasıl üst düzey bir aktör olduğunu karşınıza oturup tek tek anlatıyor. 
Filmde uyuşturucu bağımlılarının hayatı,birbirlerine ve uyuşturucuya bağımlı bir çift merkezli anlatılıyor. Bobby (Al Pacino) ve Helen (Kitty Winn)... Birbirlerine zehir enjekte ederler,sapmış yollardan geçinmeye çalışırlar ve Needle Park'taki uyuştucu krizini aşmaya çalışırlar. Bu süre zarfı içinde Bobby abisi için hırsızlık yaparken yakalanır ve içeri girer. Helen'la yaptığı görüşme hariç demir parmaklıklar hiç gösterilmez ve Bobby dışarı çıkar. Filmde bu açıdan teknik olarak bir zaman dilimi söz konusu değil. Ve uyuşturucu adına bazı sahnelerde detaya girilmekten kaçınılmıyor.    
Filmde etkileyici yada herkesi ters köşeye yatıran final gibi bir çabaya girilmiyor. Sıkıcı gibi gözüken bazı kısımlar bile filmin kendi havasında kaybolup gidiyor. Al Pacino kadar olmasa da Kitty Winn de iyi bir performansa imza atıyor.
Filmin başlı başına bir finali yok ama süreli her şey gibi bir sona sahip. Needle Park'taki uyuşturucu krizine son noktayı uyuştucu satıcısı olan Bobby koyuyor. Bu sırada Helen'ın istemeden de olsa onu ispiyonlamasıyla birlikte tekrar içeri giriyor. Yine hızlı bir şekilde içerden çıkıyor ve onu bekleyen sadece Helen oluyor. Bağımlılık bitmiyor,ne uyuşturucu ne birbirlerine olan...
Sonuç olarak Al Pacino filmdeki başarısıyla Francis Ford Coppola'yı etkiliyor ve Coppola,The Godfather için Al Pacino'yu seçiyor. Yapımcıları ikna etmesi zor oluyor ama sonunda Al Pacino,her zaman adından söz ettirecek ününe,başarısına kavuşuyor.
Alternatif Poster

Children of Men (2006)

Kesinlikle olmaz diyemiyeceğimiz,olacağına da inanmak istemediğimiz bir olgu ileri bir tarihte yaşatılmaya çalışılıyor. Vaziyet böyle olunca beyinleri çalıştırmak gerekiyor çoğu filmden farklı olarak.
Filmde gelecek eskisi gibi abartılmıyor. 1900'lü yılların geleceği: 2000'li yıllar,robotlar uçan arabalar gibi...
Yıl 2027,Yer Londra... Dünya'nın en genç insanı yaklaşık 20 yaşında,yani son doğum yaklaşık 20 yıl önce yaşanmış. Dünya yıkım halinde,insanlar üreme yetisini kaybetmiş durumda. Kısacası insanlığın sonu artık çok uzakta değil. Devlet ile sokaktaki insanlar çatışma halinde,belirli bir düzen kurulmaya çalışılıyor,geçen süreç çok sancılı oluyor. Ayaklanmalar,silah sesleri,patlamalar,çatlamalar,akan kan durmuyor. Dünya'nın pisliği insan duygularını sonuna kadar köreltiyor. Derken bir mucize gerçekleşiyor insalık namına. Savaşı susturan bir ağlama sesi,yeni bir umut...
Zaman zaman izleyicisini bıçak sırtında taşıyan tam düşecek gibi olduklarında kolundan sıkıca tutan,bazen bırakabilen bu haliyle de bir babanın yürümeyi yeni öğrenen çocuğunun düşüp kalkmasını sevgi ve gülerek izler gibi Alfonso Cuaron...
Kamera'ya kan sıçradığı an irkilerek filmi izlediğinizi hatırlıyorsunuz. Keza,gerçekleştirilen en gerçekçi doğum sahnelerinden biri kategorisine rahat girebilecek bir sahne,siz düşünürken daldığınız yere atılan bir taş ve filmde verilen mücadele,takdirlik olaylar doğrusunu söylemek gerekirse. Filmin Distopik (Distopya: Anti-Ütopya'dan gelir,Ütopya'nın aksine Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli, ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.) bir film olduğunu da düşünecek olursak türünün sayılı örneklerinden olduğunu da belirtmekte yarar var.
Filmle birlikte Clive Owen,Sin City'den sonra başarılı bir oyunculuk örneği daha göstermiş oldu gözümde. Michael Caine'in de son yıllardaki,başarılı demenin bile boş olacağı performans ve dolayısıyla filmlerinden olmuş Children of Men. Diğer oyuncular için konuşacak olursak çıkış kapısı niteliğinde bu eser.

Piyasaya çıkma konusunda mütevazi bir isim olan Alfonso Cuaron,abartmadan söyleyecek olursak büyük değil ama çokta ufak olmayan bir inci daha sunmuş bizlere. 

Beklediğimiz gelecek her şeyin mükemmel olduğu,teknolojinin ileri düzeyde geliştiği bir gelecek olmayacak,evet bazı şeyler ciddi anlamda hayatımızı değiştirecek ama bir çoğu da hayatımızı sonuna kadar zorlaştıracak.

Çocukların sesi olmadan dünya ne garip büyüyor!

25th Hour (2002)

Edward Norton'un ayrı bir oyunculuk harikası olan 25th Hour ile karşınızdayız. Yaptığı yanlış seçimlerden dolayı diken üstünde ama varlıklı bir yaşam sürdüren adamın, hayatını karartacak olan şeyin varlığını getiren şey olacağı vurgusu fazlasıyla yapılan filmde,hapise girmeden önce özgür olarak yaşadığı son 24 saat,bizlere yaşadığı pişmanlıklar çerçevesinden sunulmakta. Son 24 saatte yapılan geri dönüşlerle birlikte Monty'nin geçmişi de bizlerden mahrum bırakılmıyor. Monty (Edward Norton)'nin aynada kendisiyle yüzleştiği sahne filmin en etkileyici,özetleyici ögelerindendi. Bu sahne kadar, Frank(Barry Pepper)'in  sırf Monty'nin isteği üstüne istemeyerekte olsa ağzını burnunu(Monty'nin) dağıttığı sahne de hafızalara kazınan bir başka bölümdü. Keza, babasının monologları,Monty'nin köpeğine olan yakınlığı,filmin yakın plan çekimleri,arkadaşlık ve gönül ilişkileri,sadakat ve iç yolculuk...
David Benioff'un romanından uyarlanan filmde,özellikle ses kurgusu ve müzikler filme ayrı bir hava katmakla birlikte oldukça hoşuma gitti. Ayrıca 24 saatin filme yayılması ve kaçınılmaz son olan demir parmaklıkları hiç görmememiz filmi tekdüze filmler kategorisinden rahatlıkla sıyırmaya yetiyor. Kısacası olağandışı bir film diyelim. Filmde Spike Lee tarafından 11 Eylül,Amerika'nın etnikleri ve uyuşturucu gibi konulara fazlasıyla giriliyor. Durum böyle olunca oldukça fazla sayıda mesaj da içeriyor film. Bu tip bir esere göre 11 Eylül'ün fazlasıyla işlenmesi seyirciyi gereksiz yere germekten başka bir işe yaramamış. Spike Lee'nin daha önce Inside Man'ini izlemiştim,belki en fazla bir de Malcolm X'ini izlerim o kadar. 
Filmin kurtarıcısı Edward Norton olmuş aslında,sonuçta Norton olmasa bahsettiğim güzel şeyler bu filmi bu denli izlenesi bir görsel şölen yapamayabilirdi. Bir de İngilizcesini en rahat anladığım oyuncuların başında Norton'un geldiğini farkettim,ne alakaysa şimdi! Filmde Norton'un yanı sıra Rosario Dawson (bu filmle birlikte fark etmeden üç kez üst üste farklı filmlerini izlemişim), James Brogan, Barry Papper, Anna Paquin gibi isimler oyunculuklarını en üst seviyede tutarken,Philip Seymour Hoffman ise onun oyunculuğundan neden hoşlanmadığımı tekrar göstermiş oldu.
Genelde ağır bir tempoda giden film sonlara doğru kendisinden beklenilmeyen bir hız kazanıyor. Finalde düş ve gerçek bir arada yaşatılıyor, alternatif finalinde birlikte verilmesi finali güzel kılıyor,seyirciye güzel anlar yaşatıyor. Siz de film sonlandığında 25th Hour'u ayrı yeri olan filmler kategorisine soktuğunuzu fark ediyorsunuz. Ayrıca 25th Hour'un benim için ayrı bir önemi de Amerika’ya gitmeden önceki günümü,vedalaşma anlarımı anımsatmasıydı.

Satırlarımın ışığında bu tip filmleri beğenirim diyorsanız izleyiniz,hatta beğenmiyorum diyorsanız da izleyiniz çünkü sinema adına farklı bir deneyim naçizane.

Önizleme